Güney Asya Turu – Bölüm 2

Güney Asya Turu – Bölüm 2

Uçakta oldukça şanslı bir koltuğa denk geldim. Ayağımı uzatsam bile ancak karşıya dokunabiliyorum. 11 saat sürecek bir yolculuğun rahat geçmesi için süper oldu. THY biraz bozmamış mı ya? Yemekler kötü idi, kalkıştan hemen sonra menü dağıtıyorlar ama iki yemek seçeneğinden sadece birinin kaldığını söylüyorlar fakat diğer koridor tarafında bittiği iddia edilen yemekten hala dağıtıyorlar.  İçecekleri öyle küçük miktarlarda veriyorlar ki, bardak dibine kola döken otobüs muavinleri görse kıskanır. Dünya dertleri işte ne yapalım.

Vietnam’da Tan Son Nhat Havalimanı’na indik ve burası hayatımda gördüğüm en kötü havalimanı olabilir. Öncelikle, pasaport kontrolünde inanılmaz bir kuyruk vardı ve tam bir saatten fazla beklemek zorunda kaldım. Asya’da devlet memurlarının çalışma tarzı çok farklı; işleri hızlıca halledip kuyruğu eritmek yerine, yavaş ama doğru yapmaya odaklanıyorlar. Arkada bekleyen yüzlerce insanın durumu umurlarında bile değil. Kuyruk isterse 5 kilometre olsun, asla endişe etmezler. Olurda tuvaletiniz falan gelir de tuvalate gidip gelirseniz sıranızı zaten kaybedersiniz. 

Nihayet sıram geldi ve geçiş yaptım, ancak bu kez başka bir bekleme alanında buldum kendimi. Uçaktan çantalar hâlâ çıkmamıştı! O kadar uzun süre pasaport kuyruğunda beklediğim için çantalarımın çoktan geleceğini, hatta belki bir veya bir kaç tanesinin çalınmış olabileceğini bile düşünmüştüm. Ama hayır, tam 1-1,5 saat boyunca bagaj bekledim. Memurları yavaş olan bir ülkenin bagaj taşıyıcılarının hızlı olmasını beklemek zaten komik olurdu.

Beklerken kendi kendime bu durumu sorgularken, bir anda devasa bisiklet kutumun bagaj bandına yerleştirilmeye çalışıldığını gördüm. Kutuyu hemen aldım ama diğer çantalar hâlâ ortada yoktu. Bir 45 dakika daha geçti, çantalarım hâlâ görünürde yoktu. Artık beklemekten sıkıldığım için bagaj konveyörünün etrafında bir tur atayım dedim ve ne göreyim? Çantalarım, yerde sırt sırta vermiş bir şekilde öylece duruyor! Biri almış ve zemine koymuş. Normalde bagajlar sahipleri almazsa bantta döne döne aynı yerden geçmeye devam eder ama benimkiler bir şekilde kenara çekilmiş.

Neyse, sonunda bütün eşyalarımın eksiksiz ve hasarsız bir şekilde gelmesi mutlu olmam için şimdilik yeterli idi. Bir sepete attım hepsini ve biraz daha ileriye gidip bir kaç kapı geçerek çıkışa yakın bir yerde bisikletimi kurmaya başladım. Peki ne olsa beğenirsiniz? Pompa çalışmıyordu! Tur öncesinde babamın bisikletinde duran pompayı ondan çıkarıp kendi bisikletimin pompa yuvasına takmıştım. Bisiklet dükkanı sahibi olup böyle garibanlıklar yapmak bize düşerdi tabii! Şaka bir yana, babamın pompası gerçekten iyiydi, o yüzden onu almıştım. Ama büyük bir sorun vardı: Babamın bisikleti ince siboplu, benimkisi ise kalın siboplu iç lastik kullanıyordu. O yüzden Pompanın ucunu ters çevirmem gerekiyordu ve bazı parçalar kalın tarafta eksik kaldığı için hava sıkışıp lastiğe gitmiyordu. Bir şekilde ince tarafın contalarını diğer tarafa uydurarak lastikleri biraz olsun şişirmeyi başardım. Eğer havalimanından çıkıp 3-5 kilometre gidebilirsem, hava basabileceğim bir yer bulacağımdan emindim. Çünkü burası motosikletlerin adeta cehennemi! Her yerde motosiklet tamircileri var. Öyle büyük dükkânlar hayal etmeyin; tamirciler sokak ortasında, seyyar tezgâhlarda çalışıyor. Adamlar koca koca motorları resmen kaldırımda söküp tekrar topluyorlar.

Türkiye’de iken airola diye bir app’ten E-sim almıştım onu bir türlü aktive edemedim. 5-6 tane telefon dükkanı gezdim ama en sonuncusu nihayet sorunu anlayıp bir şekilde halledebildi. Türkiye’den getirdiğim küçük bir tekilayı kendisine ikram ettim.  Çok mutlu oldu. Son olarak, havalimanında 50 dolar bozdurarak dışarı çıkayım dedim. Ne olur ne olmaz, cebimde biraz yerel para bulunsun.  Havalimanının son kapısını da geçtikten sonra o asya sıcağı yüzüme vurdu yıllar sonra tekrar. 

Allah’ım, bu nasıl bir trafik! Her yer motosiklet dolu. Mesela yolun en sağından gidiyorsunuz ama ileride yol ikiye ayrılıyor ve sizin soldan devam etmeniz lazım. Sorun şu: Geçmek için bir saniye bile boşluk bulamıyorsunuz! Muhtemelen bu işin raconu bekleyerek yol almak değil.

Sola geçebilmek için abartısız 6-7 dakika bekledim. O sırada diğer insanları da izledim ve fark ettim ki bekleyerek karşıya geçmek mümkün değil. Tek çözüm, yavaş yavaş, milim milim kendine yol açmak. Sonuçta kimse üstümden geçecek değil! Ama burada birkaç kez trafiğe karışınca aslında sürücülerin ne kadar profesyonel olduğunu anlıyorsunuz. Size gerçekten yol veriyorlar, tabii ki sadece birkaç saniyeliğine—iyi değerlendirmeniz lazım! Korna da bolca çalıyor ama agresiflikten değil; “Ben buradayım, dikkatli ol” demek için. Kimsenin sizinle kişisel bir derdi yok.

Havalimanından kalacağım yere kadar 8-9 kilometre pedallamam gerekiyordu. Konaklayacağım yer, Bui Vien Sokağı’na yaklaşık 300 metre mesafedeydi. Burası Airbnb’den tuttuğum oldukça enteresan bir evdi. Öncelikle, kata ulaşmak için bir şarap dükkânının içinden geçmeniz gerekiyordu! Dükkânın sahibi, tatlı bir Amerikalı abi idi. California’dan gelmiş, Vietnamlı bir hanım bulmuş ve burada bir dükkân açmış.

Şunu bilmekte fayda var: Asya’da kafanıza göre dükkân açamıyorsunuz. Genellikle bir yerel ortağınız olması gerekiyor ya da evlenip iş yerini eşinizin üzerine açmanız lazım.

Adam dükkânda deli gibi çalışırken hanım ablamız bilgisayar başında sanal kumara dalmıştı. Ben de yol yorgunluğu ile içeri girip, “Kaptan, ver bir soğuk bira!” dedim.

Düldülüm de benimle beraber içeride tabii, onu hiçbir yere bırakmam! ❤️ Eğer olurda bu taraflara yani Ho Chi Minh şehrine yolu düşen olursa muhakkak buraya uğrayın ve mekanı deneyimleyin. İsmi ”Terroir Bar”

Uçaktan saat 18.00 gibi inmiştim. Havalimanından ancak 21.00 gibi çıkabildim ve kalacağım yere ancak 22.00 civarında ulaşabildim. Barda ilk soğuk biramı içtikten sonra, eşyalarımı odama bırakıp biraz dışarı çıkıp dolanmaya karar verdim.

Hava inanılmaz sıcaktı. Oysa gelmeden önce hava durumu tahminlerine baktığımda bu kadar sıcak olmaması gerekiyordu. Ho Chi Minh biraz enteresan bir yer. İnsanlar kaldırımlarda, dükkânların önünde küçük plastik sandalyelerini atıp oturuyorlar. “Ne var, burada da yapıyorlar” diyebilirsiniz ama buradaki olay başka bir seviye.

Bir kaldırımı düşünün: Arka arkaya en az 6-7 sandalye dizili ve neredeyse her dükkânın önünde böyle bir oturma düzeni var. Üstelik kaldırımlar sadece insanlarla dolu değil; bir sürü motor da kaldırıma park edilmiş. Yani yayalar için yürünecek yer kalmıyor ve mecburen araçların gittiği yolda yürümek zorunda kalıyorsunuz. Ama bir noktada bunu normal karşılamaya başlıyorsunuz. Çünkü sokakta gördüğünüz her insanın bir motosikleti var. Bu kadar motoru nereye koyacaklar?

Bu sorunu ancak şöyle çözebilirler herhalde;

•Bir sıra yayalar için yürüyüş alanı,

•Bir sıra motosikletler için park alanı,

•Bir sıra motosikletlerin kullanımı için yol,

•Bir sıra da arabalar için yol 

 Ho Chi Minh sokaklarında biraz dolandıktan sonra evime doğru yürümeye başladım. Yolda 7 eleven görünce doğrudan içine girdim ve eve giderken bir bira içmeye vaktim var dedim kendi kendime. Geçen sene Japonya’da iken bol bol içtiği Sapporo gözüme çarptı. Böyle tatlar özleniyor. Eve varınca güzel bir duş aldım. Odamda yukarıya doğru açılan
geniş bir pencere vardı. 90 derece yukarıya doğru tamamen açtım. Uzun yolcuğun, saat farkının, alkolun ve bedensel yorguluğun etkisi ise yatağa atladıktan 1 dakika sonra uykuya daldım…

Ama 15 dakika sonra çılgın bir sesle uyandım!

Dolu yağmaya başlamıştı—hem de öyle böyle değil. Yağmurla karışık, sert dolu taneleri yukarı doğru açtığım cama vuruyordu. Meğer bu kadar sıcak olmasının sebebi buymuş. Az önce neredeyse tamamen açtığım pencerenin kırılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını fark ettim. Hemen camı biraz eğip kapattım, sonra da yağmurun tatlı sesi eşliğinde tekrar uykuya dalmaya çalıştım.

İlk seyahat günleri her zaman zordur. Uzun uçak yolculuğunun etkisi, yeni bir ortama alışma süreci derken insan kolay adapte olamıyor. Kimileri jet lag’dan etkilenmez ama ben normalde çok düzenli bir uyku programına sahip olduğum için, en ufak bir saat değişikliğine bile adapte olmam günler sürüyor.

Sabah erkenden kalkıp giyindim ve kendimi dışarı attım. İlk durağım War Remnants Museum olacaktı. Oraya ulaşmak için yaklaşık 2 kilometre yürümem gerekiyordu, ama bu yürüyüş oldukça keyifli geçti. Yol boyunca birkaç büyük parkın içinden geçtim ve her biri birbirinden güzeldi. Parklarda insanlar, ayaklarıyla oynanan bir tür badminton benzeri oyun oynuyorlardı. Görünüşe göre oldukça zor bir oyundu.

Müzeye vardığımda gezime bahçeden başladım. War Remnants Museum, Vietnam-Amerika Savaşı’ndan kalan kalıntılar ile oluşturulmuş bir müze. Bahçede Amerikan yapımı helikopterler, zırhlı araçlar ve tekneler sergileniyordu. Bir M48 tankı da hemen kapıdan girişte sağda idi. Şu tankı dünyada görmeyeceğiniz ülke sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Haha bazen belçika’da bir dağ tepesinde bazen asya’da bir köyde. Fransızlardan kalma bir giyotin de vardı. Bahçenin bir köşesinde ise savaş sırasında tutuklanan insanların gözaltında tutulduğu “güneş banyoları” bulunuyordu.

Müzenin içi ise çok daha çarpıcıydı. Bir resim sergisi, savaşta kullanılmış mühimmatlar, silahlar, Agent Orange (Portakal Gazı) kutuları, insan kalıntıları ve hatta su içinde sergilenen ceninler bile vardı. Sergilenen bazı şeyler o kadar sarsıcıydı ki, ne buraya yazmaya ne de gezerken fotoğrafını çekmeye elim vardı. Vietnam-Amerika Savaşı’nın korkunç etkileri hâlâ ülkede hissediliyor. Agent Orange o kadar ölümcül bir kimyasal silah ki, sadece insanları değil doğayı da yok ediyor. Bitkileri kurutuyor ve toprağı uzun yıllar verimsiz hale getiriyor. Savaş sırasında yaklaşık 20 milyon galon kullanıldığı tahmin ediliyor ve etkileri nesiller boyu süren genetik bozukluklara yol açıyor.

Müze içinde ayrıca Amerikalılar gezerken serinlesin diye soğuk kahve satan bir dükkan vardı. Asyalılar böyle işte 😆

Müzeden çıktıktan sonra Independence Palace’a gittim ve orayı da gezdikten sonra şehri dolaşarak başladığım noktaya geri döndüm.

Akşam, eski bir arkadaşım olan Jen ile buluştum. Kendisi yarı Japon (Hokkaidolu), yarı Vietnamlı. Geçen yıl Tokyo’da tanışmış ve birkaç gün birlikte vakit geçirmiştik. Onunla burada tekrar karşılaşmak güzel bir sürpriz oldu. Birlikte akşam yemeği yedik, ardından bir barda bira içtik ve birkaç farklı mekân gezerek geceyi keyifli bir şekilde tamamladık.

Saigon, yani Ho Chi Minh City, yakın geçmişinde büyük bir savaş yaşamış bir şehir ve bunu sokaklarında hissetmemek imkânsız. Burayı gezerken, o günleri bizzat hatırlayan ve hâlâ hayatta olan insanlarla aynı sokakları paylaşmak çok garip bir his.

Sokak köşelerinde yaşlı amcalar, sigaralarını tüttürüp buzlu kahvelerini yudumlarken, tavlaya benzer oyunlarını oynuyorlar. O insanların bir zamanlar savaşın tam ortasında yaşadığını bilmek insanın içine dokunuyor. Yüzlerindeki çizgiler, belki de o zorlu günlerin izlerini taşıyor. Her çekilen sigara dumanında, belki de hafızalarından bir anı canlanıyor.

War Remnants Museum’u gezdikten sonra, şehirdeki birçok eski binaya bakarken ister istemez savaş günleriyle bağlantı kuruyorsunuz. O anları birebir yaşamamış olsak da, hayal etmek zor olmuyor. Girdiğiniz bir kafe ya da bar, bazen 70’li ve 80’li yılların tasarımına sahip olabiliyor. Bu nostaljik atmosfer, insana sanki ülkede her an savaş çıkacakmış gibi tuhaf bir his veriyor. 😃

Ertesi gün Jen ile birlikte Decathlon’a gittik. Ocağım için propan tüp almam gerekiyordu, ancak Decathlon’da bulamadım. Bu arada, Saigon’un ilk metro hattı yeni açıldığı için ay boyunca metro ücretsizdi. Vietnam halkının metroya olan sevincini anlatamam—herkes fotoğraf çekiyordu! İlk istasyonda TikTok videoları için özel bir alan bile yapmışlardı. Gidiş yolunda kendime bir vietnam şapkası aldım. Non-la olarak adlandırılıyor, konik şapka demek. Bu şapka işi bir misyon arkadaşlar. Maalesef her ülkeden şapka almak gibi bir huyum var. Ev bir sürü medeniyetten şapka barındırıyor. Non-la şapkamı kaybetmeden 1250km pedal çevirip, üç ülke geçerek eve ulaştırmam gerekiyor. 

Decathlon’da tüp bulamayınca, alternatif çözümler aramaya başladık. Vietnam’da bolca tüp bulunuyor, ancak vidalı değil. Bunun üzerine Facebook’ta bir outdoor grubuna ulaştık ve oradaki üyeler bize bir adres verdiler. Gece vakti verilen adrese gittik, tüpü aldım ve tekrar şehre döndük. Ancak dönüş yolunda fark ettim ki cüzdanımı orada unutmuşum! Neyse ki Grab uygulaması imdadıma yetişti. Cüzdanımı bir poşete koyup kurye ile geri gönderdiler.

Gecenin sonunda, Jen ile birlikte güzel bir restoranda yemek yedik. Saigon, hatıralarımda hep güzel kalacak. 😊

0
    Sepetiniz
    Sepetiniz boş!Mağazaya geri dön