07 Nis Güney Asya Turu – Bölüm 4
Kandal bölgesinde kuzeye doğru ilerledikten sonra, başkent Phnom Penh’in hizasına ulaştım. Artık karşıya geçmenin zamanı gelmişti. Bir feribota binerek Mekong Nehri’nin öte yakasına geçtim ve başkenti keşfetmeye başladım.
Dünkü rotamı aslında bugünü düşünerek biraz ayarlamıştım; başkente yakın olayım ama şehir içinde de olmayayım istiyordum. Sabah erken saatlerde rahatça Phnom Penh’e varmak niyetindeydim. İstesem gece de başkente ulaşabilirdim ama bir gece daha çadırda kalıp hem maliyetleri azaltmak hem de doğayla baş başa vakit geçirmek bana daha cazip geldi.
Gerçi bu turda maliyet kaygım pek yok. Hatta, bu bölgelerde birkaç yıl boyunca rahatça gezebileceğim kadar bir bütçeyi zaten banka hesabımda bu yolculuk için ayırdım. Ama çadırda kalmayı seviyorum. Özellikle gün batımına yakın bir saatte çadır kurmak, ardından günün kalan kısmının tadını çıkarmak benim için büyük bir keyif.
Areiksart Limanı’ndan ayrıldıktan sonra, Mekong Nehri üzerinden geçerek Phnom Penh’e ulaştım.


İndiğim liman, Royal Palace’a oldukça yakındı. Bu kadar yaklaşmışken hemen oraya gidip sarayı görmek istedim. Geniş ve dümdüz yollarda ilerlerken araç trafiğinin neredeyse hiç olmaması hoşuma gitti; sakin bir atmosfer vardı.
Royal Palace’a vardığımda, kapıdaki görevliye yaklaşıp içeriye girdikten sonra hemen kapı arkasında bulunan ağaca bisikletimi kilitleyerek sarayı gezmek istediğimi söyledim. Ancak ne yazık ki bu talebim nazikçe de olsa reddedildi. Etraftaki insanların tavırları ve genel ortam ise bana pek güven vermedi, bu yüzden bisikletimi dışarıda bırakmak istemedim.
Tam o sırada, sarayın kapısında Hollandalı bir bisikletçi ile karşılaştım. “Ben bıraktım, bir şey olmaz” gibisinden bir şeyler söyledi ama benim durumum biraz farklıydı. Bisikletimin üzerinde çalınması sadece saniyeler sürecek eşyalar, çantalar vardı. Bisikletim yerinde kalsa bile, üzerindeki ekipmanlar tehlikedeydi. Bu riski almak istemedim.
Royal Palace hayalim başka bir zamana kaldı. Ben de yoluma devam edip biraz daha ilerleyerek şehir merkezine doğru geçtim.

Saat henüz sabah 11 civarıydı. Daha önceden Airbnb üzerinden bir ev kiralamıştım, ancak ev sahibi saat 15.00’ten önce check-in yapmak istersem %50 ek ücret ödemem gerektiğini söyledi. Yahu ev boşsa, senin için ne fark eder Allah aşkına? Bu tür küçük kurnazlıklar beni gerçekten yoruyor. Yol uzun, hayat kısa; böyle basit hesaplar peşinde koşanlara katlanmak zorunda değilim. Ben de rezervasyonu iptal ettim. Belki %50 fazladan kazanmaya çalışırken, %100’ü kaybetmenin ne demek olduğunu anlar.
Sonrasında başka bir Airbnb buldum; bu seferki ev, S-21 Tuol Sleng Hapishanesi’ne oldukça yakın bir sokaktaydı. Asıl amacım, bisikletimi güvenli bir yere bırakıp günün geri kalanında şehri keşfetmekti. Evin sahibi çok tatlı bir kadındı; yardımsever, anlayışlı ve sıcak bir ev sahipliği sundu. Bazen tanımadığınız bir insan, tüm gününüzün tonunu değiştirebilir.
Kaldığım ev, Netflix’te yayınlanan “Önce Babamı Öldürdüler” adlı filmin giriş sekansındaki eve çok benziyordu. Bu film, Kamboçya’nın karanlık geçmişini — Pol Pot rejimi ve Kızıl Khmerler’in korkunç yönetimini — anlatıyor. Yönetmenliğini Angelina Jolie’nin yaptığı bu filmi mutlaka izlemenizi öneririm. Kamboçya’yı sadece egzotik bir coğrafya olarak görmek değil, geçmişin izlerini anlamak da bu topraklarda yolculuk etmenin bir parçası olmalı.
Eve vardığımda, günlerin yorgunluğu bedenimde iyice hissedilir olmuştu. Sıcak bir duş, sadece fiziksel kirleri değil, zihindeki ağırlıkları da bir nebze alıp götürüyor. Bazı eşyalarımı şarja taktım ve fazla oyalanmadan dışarı çıkıp S-21 Tuol Sleng Hapishanesi’ne doğru yürümeye başladım.
Her ne kadar adı hâlâ “hapishane” olsa da, burası artık bir soykırım müzesi. Oysa geçmişte bir okulmuş; çocukların kahkahalarının yankılandığı, umut dolu bir yer… Ne ironidir ki, zamanla bilginin yuvası olan bir bina, korkunun, işkencenin ve ölümün merkezine dönüşebiliyor. 1975-1979 yılları arasında, Kızıl Khmerler bu ülkeyi adeta bir toplama kampına çevirdi. Bu binada yaklaşık 17.000 kişi hapsedildi ve sadece 12 kişi hayatta kalabildi.
Müzenin içine henüz girmeden bile mekânın ağırlığı üzerinize çöküyor. Etrafı saran yüksek, sarıya boyalı duvarlar… Üzerlerindeki paslı dikenli teller… Pasın yağmurla karışıp duvarlarda bıraktığı koyu kahverengi izler… Zaman, bu duvarlara sadece iz bırakmamış, acının ve utancın silinmeyen hatıralarını da kazımış.
Giriş kapısı çirkin, neredeyse itici. Kapıda bekleyen güvenlik görevlilerine baktığınızda, bazılarının bir zamanlar bu rejime hizmet etmiş olabileceğini düşünmeden edemiyorsunuz. İnsan yüzleri bazen tarihi anlatır; bazen de gizler.
İçeri girer girmez, sizi büyük bir pano karşılıyor. Üzerinde o dönem bu hapishanede geçerli olan kuralların yazılı olduğu bir belge… Hemen yanında da İngilizce çevirisi yer alıyor. Kurallar öyle katı, öyle insafsız ki; sanki bir insanı sadece bedenen değil, ruhen de yok etmek için yazılmış gibiler.
İşte kurallar:
Sorularıma doğru ve doğrudan cevap ver. Kaçamak yanıtlar verme.
Gerçekleri gizlemeye çalışma; bana karşı çıkman kesinlikle yasaktır.
Aptal numarası yapma; sen bir karşı-devrimcisin.
Sorularıma hemen cevap ver; düşünerek zaman kaybetme.
Bana devrim hakkında ya da küçük ahlaksızlıkların hakkında konuşma.
Elektroşok veya dayak sırasında kesinlikle ağlama.
Hiçbir şey yapma; otur ve emirlerimi bekle. Eğer emir yoksa sessiz kal. Sana bir şey yapmanı söylediğimde hemen yap, itiraz etme.
Kampuçya hakkında bahaneler uydurma; hain sırlarını gizleme.
Yukarıdaki kurallara uymazsan, elektrik kablosuyla çok sayıda dayak yiyeceksin.
Eğer kurallarımdan birine bile karşı gelirsen, on kamçı veya beş elektroşok alacaksın.


Eski okul binası, dört ayrı bloktan oluşuyor. Her biri üç katlı ve her katta yaklaşık dört-beş sınıf bulunuyor. Bir zamanlar çocuk seslerinin yankılandığı bu sınıflar, Kızıl Khmerler döneminde tıklım tıklım mahkumlarla doluydu muhtemelen. Kamboçya’nın boğucu sıcağında, bu daracık odalarda nefes almak bile bir işkenceye dönüşmüş olmalı. Dışarıdan bakan biri için sıradan görünen duvarlar, içeride yaşanan dehşetin izlerini hâlâ taşıyor.
Her odanın duvarında bir fotoğraf yer alıyor. Bu kareler, rejimin devrilmesinin hemen ardından, bir Kamboçyalı fotoğrafçı tarafından çekilmiş. Fotoğrafları burada paylaşmam mümkün değil, ama size gözlerimle gördüğüm şekilde betimleyebilirim:
Sınıfın ortasında demirden bir yatak duruyor — hâlâ orada, olduğu gibi. Yatak üzerinde sünger yok, sadece bir somya. Üzerine kaynaklanmış ayakların bileklerden bağlandığı boğumlu yapıda bir demir çubuk var. Yatakta bir ceset yatıyor. Ve yataktan süzülerek yere akan kan, oda boyunca yayılmış, kurumuş bir göl oluşturmuş. Bir zamanlar öğrenme ve umutla dolu bu sınıflar, insanlık tarihinin en karanlık anılarından bazılarını taşıyor artık.
İlk bina, genellikle kalabalık hücreler olarak kullanılmış. İkinci bina ise daha çok tek kişilik hücrelerden oluşuyor. Alt kattaki hücreler betonarme, üst katlardakiler ise ahşap. Muhtemelen zaman yoktu; hızla bir hapishaneye dönüştürülmesi gerekiyordu buranın. Orijinal sınıfların duvarlarına delikler açılarak alanlar birbirine bağlanmış. Yani bir eğitim yapısı, adım adım bir işkence merkezine çevrilmiş. Üçüncü bina da benzer şekilde düzenlenmişti.
Son bina ise bir müze işlevi görüyor. Belgeler, fotoğraflar, işkence aletleri, kurbanlara ait eşyalar ve hatta kafatasları sergileniyor. Duyguların donduğu, zamanın sustuğu bir yer burası. Burada ayrıca birçok dikkat çekici hikâyeye de yer verilmişti. Bunlardan biri, Kanadalı denizci Stuart Robert Glass’a ait.
Glass, bir fırtına sonrası teknesiyle Kamboçya sularına sürüklenmişti. Yanlış zamanda, yanlış yerdeydi. Kızıl Khmer deniz devriyeleri tarafından yakalanıp S-21’e getirildi. Burada, tıpkı o dönemde hapsedilen diğer altı Batılı gibi, CIA ajanı olduğu iddiasıyla işkencelere maruz bırakıldı ve öldürüldü. Gerçeğin önemi yoktu; önemli olan, rejimin inşa ettiği sahte gerçeklikti. Acı, sadece içeridekileri değil, ülkenin tüm hafızasını delip geçmişti.
Müze ziyaretinden sonra enerjim tamamen tükenmişti. İnsanlık tarihinin karanlık yüzüyle bu kadar doğrudan yüzleşmek, kolay kaldırılacak bir yük değil. Bir insanın, bir başka insana böylesine işkenceler yapmış olması, sadece bilgi olarak değil, bir his olarak içime işledi.
O günden sonra, bisikletimin üzerindeki saatler boyunca aklım hep buradaydı. Pedal çevirirken bile düşüncelerim bu duvarlarda takılı kaldı. Yol ilerliyordu ama ben, S-21’in duvarlarında sıkışıp kalmıştım sanki. Bazen beden değil, ruh geride kalır. Ve onu geride bırakmak, çoğu zaman yolculuğun en zor kısmıdır.



S-21’den çıktıktan sonra başka bir şey yapacak gücüm kalmadı açıkçası. Zihnim susmuyor. Yolumun bir sonraki durağı aslında “Killing Fields”, yani “Ölüm Tarlaları” olacaktı. Kimse kusura bakmasın ama burayı gezecek yada gezdikten sonrasını kaldırabilecek psikoloji bende yok ne yazık ki. Burası, S-21’de işkenceyle öldürülen insanların ve ülke genelinde katledilen diğer milyonlarcasının gömüldüğü bir alan. Yaklaşık 20.000 toplu mezarın bulunduğu, 1.3 milyon insanın gömüldüğü bir yer. Ülke genelinde ise 2.2 milyona yakın insan öldürülmüş. O zamanlar nüfusun 8 milyon olduğunu hesaba katarsak ülkenin %25’i öldürülmüş maalesef. Kimler ne koşullara göre öldürülüyor derseniz eğer bunun öyle katı kuralları, sorgulaması, araştırması yok. Örneğin gözlüklü bir bireyseniz siz aslında entelektüelsiniz. Çok kitap okuduğunuz için gözleriniz bozulmuş. Ellerinizde nasır yoksa siz seküler bir insansınız, tarlada çalışmamışsınız ve çalışamazsınız. Kısacası siz devrim karşıtınız ve öldürülmelisiniz. Doktorlar, öğretmenler, eli kalem tutan herkes neredeyse öldürüldü. O sebeple ülkenin İQ ortalaması şu an çok düşük ve okuma yazma oranı hala %75. Çünkü eğitmenler ölünce yerlerine yeni öğretmenler gelmesi çok uzun yıllar sürmüş. Sizin öğretmen olmanız için önce eğitim almanız gerekiyor, eğitim alamazsanız siz bir başkasını nasıl eğiteceksiniz ki? Kızıl kmer rejiminde okullar olmayacaktı. Okullar insanları bilgili ve dolaylı yoldan kapitalist yapıyordu. Pol pot ise kapitalizm’e karşıydı. Fransa’da eğitim görürken tarım ideoljisi üzerine fikirler geliştirmişti ve ülkesine dönünce bunu denedi. Kamboçya’yı bir tarım cennetine dönüştürmek isterken buna karşı çıkan herkes öldürüldü. Ölenlerin bir kısmının ölüm sebebi de aşırı yorguluk, açlık vs idi. Ülkede şehirler boşaltılarak herkes kırsala yönlendirildi ve ülkede 4 sene boyunca resmen bir şey denendi.
Ama oraya gitmeye cesaretim yoktu, en azından bugünlük. Zihinsel dayanıklılığımın sınırına dayanmıştım. Zaten bu tarz soykırım müzeleri dünyanın birçok yerinde ibret olsun diye ücretsizken, burada 10 dolarlık bir giriş ücreti alınması düşündürücüydü. Mevcut başbakanın, zamanında Pol Pot rejiminde orta rütbeli bir komutan olduğunu da biliyorken… bazı şeylerin yalnızca isim değiştirdiğini, sistemin özünün hep aynı kaldığını fark ediyorsunuz. Bazen zaman bile bir şeyi iyileştiremiyor.
Eve dönüş yolumda bir anda karşıma “Pizza Company” çıktı. Güney Asya’da oldukça yaygın olan bir pizza fast food zinciri. Kamboçya’da sadece büyük şehirlerde bulabiliyorsunuz, o da denk gelirse. Uzun zamandır aç hissediyordum, çünkü alıştığım tarzda yiyecekleri bulmak burada epey zor. Kamboçya mutfağı oldukça sade. “Lok Lak” ve “Amok” gibi iki bilinen yemekleri var ama kırsalda hijyen endişeleri yüzünden bunları denemek içimden gelmedi. Buralarda ishal rahatsızlığı geçirmek, tur boyunca yaşanacak en tatsız tecrübelerden biri olabilir (ki ne yazık ki kaçınılmaz bir şekilde bir noktada ishal oluyorsunuz).
Pizza, o an için bir mucize gibiydi. Özlemini çektiğim bir tanıdıklık. Hele ki birkaç gün önce yaşadığım pizza dolandırıcılığından sonra… Evet, doğru duydunuz: pizza dolandırıcılığı.
Burada “Cambodian Pizza” ya da “Khmer Pizza” adı altında satılan bir şey var. Aman Allahım. Pizza İtalya’da doğdu ama burada resmen ölmüş. Ülkenin her köşesinde satılan hazır, poşetlenmiş bir pizza tabanı var. Neredeyse hiçbir dükkân kendisi hamur açmıyor. Tabanın üzerine balık soslu bir karışım sürülüyor — evet, yanlış duymadınız, balık soslu! Peynir yerine ne olduğu belirsiz, plastik kıvamlı bir şey eritiliyor. Üzerine ananas ve bir avuç alakasız malzeme atılıyor. Ve ortaya çıkan şey… bir pizza değil, şekerli bir pasta gibi. Dilinizde yükselen şekerle birlikte açlık duygusu daha da artıyor. Karın doyurmaya girdiğiniz bir yerden hayal kırıklığı ile ayrılıyorsunuz. Gözünüzün önünde dönerler, dürümler, kebaplar dönmeye başlıyor. Kendi kendinize söz veriyorsunuz: “Düzgün bir şehre gittiğimde kusana kadar yiyeceğim.”
Ve bu tuzağa iki kez düştüm. Üstelik bu “şaka” da hiç ucuz değil. 8 dolar ödedim. Aşağıda resmini paylaştım, kıyas yapabilmeniz adına orta boy elim ile birlikte fotoğrafını çektim. Hani bir belgesel var ya, ülkelerin kendine has dolandırıcılık hikâyelerini anlatıyor… İşte bu pizza kesinlikle o programda yer almalı. Adına “Khmer Pizza” dedikleri şey, batılı bir gezgin için aslında umut dolu bir açlığın karaya oturmasından ibaret bir durum. Aç aç gezerken pizza tabelası görüyorsunuz ve ardından yediğiniz şey bu 😀
Ama o gün gerçek bir pizzaya ulaşabildim. Ve bu küçük zafer, içimdeki yorgunluğu biraz olsun bastırdı. Bazen kendini avutmak bu oluyor işte: bir hapishanenin gölgesinden geçip bir pizzacının köşesinde ruhun açlığını bastırarak teselli bulmak ve gördüklerini unutmaya çalışmak.

Pizza sonrası biraz daha oyalanmak istedim. Yakındaki bir kahvecide oturdum, insanları izledim, sessizliğin içindeki sesleri dinledim. Kamboçya sıcağı, gün boyu üzerimde taşıdığım teri çoktan kurutmuştu. Odaya döndüğümde akşam olmuştu. Öğlen yıkayıp balkona astığım çamaşırlar kupkuruydu. Bu ülkede çamaşır asmak için zamanlama değil, sadece birkaç saat gerekiyor.
Çamaşırlarımı katlayıp çantalarıma doldururken telefonuma bir mesaj düştü. Facebook’tan Merve… “Phnom Penh’e gelince haber ver.” yazmış. Muhtemelen önceki günler paylaştığım birkaç fotoğraftan sonraki durağımın burası olduğunu anlamış. Gülümseyerek “Zaten buradayım.” diye yanıt verdim. He buluşalım o zaman dedik. Hatta Merve mayoların varsa getir, havuzumuz var dedi. Hemen yola çıktım.
Henüz 20 dakika bile geçmeden buluşmuştuk. Kaldığımız yerler neredeyse yürüme mesafesindeymiş. Hayat bazen hiçbir plan yapmadan, sadece bir anın peşinden gidince karşına küçük mucizeler çıkarıyor. Merve bu şehirde yaşıyor; tıpkı benim gibi bisikletle dünyayı dolaşmayı seven bir gezgin. Yıllar önce, bir gece boyunca kendisini ve arkadaşını ağırlamıştım. O gün, sadece yol üstünde tanıştığım bir gezginken şimdi başka bir ülkede, başka bir gecede, tekrar karşıma çıkıyordu. Gerçekten tuhaf ama güzel bir tesadüf. Teras katında çay içtik ve Phnom Penh’i izledik. Ghost Buildingleri anlattı, şehir hakkında epey bilgi aldım.
Daha sonrasında dışarı çıktık, geceyi yakınlarda bulunan bir bira atölyesinde geçirdik. Mekân kendi birasını üretiyordu ve atmosferi oldukça samimiydi. Sonra başka bir bara daha uğradık. Yolculuk, yorgunluk, şehir, bisikletler ve hayat üzerine konuştuk. Sohbet uzayıp giderken saat neredeyse gece yarısını bulmuştu. Sabah erken yola çıkacağım için 12 gibi vedalaşıp evime döndüm.
Güzel sohbeti ve enerjisiyle bu akşamı özel kılan Merve’ye bir kez daha teşekkür ederim. Şehirlerden geriye bazen bir manzara, bazen bir tat, bazen hüzün, bazense yalnızca bir yüz hatırlanır. Bu akşam, hepsinden birazdı. Phnom Phen anılarımda böyle kalacak. Ama bu şehire hayatım boyunca bir daha uğramayı düşünmüyorum. Bence burada kötü anılardan ve acıdan başka bir şey yok.

Sabah 6.30 gibi evi terkettim ve yola koyuldum. Başkentten çıkmak 2 saatten uzun sürdü tabi. Bir noktada tekrardan toprak yollara bağlandım. Buradan Khampong Chhang adlı yüzen köye kadar maceralarım devam edecek 🙂